İnsan şeş cihet bir varlıktır. Önü, arkası, sağı, solu, aşağısı ve yukarısı olan bir varlıktan bahsedişimiz, bizleri Hz. Adem’in merakına yenildiği zamanın hemen sonrasına kadar götürür. Değişikliği talep ederken nefsine yenilen insan, ilk dört cihet itibari ile yatay bir varlıkken son iki cihet itibari ile de dikey bir varlıktır. Öte yandan dünyada yaşayan bütün varlıkların dört yönünün varlığı kabul gören bir durumdur. Sadece insan altı yönlü olması itibari ile diğer varlıklardan ayrılır. Geçmiş, aşağı ciheti vurgularken gelecek, yukarı cihetle irtibatlandırılır.
Toplumsal yapılarda bunalımın arttığı dönemler, insanoğlunun sadece yatay boyuttaki mefhumlarla ilgilendiği dönemlere denk gelir. Bunalımdan çıkış yolu olarak geçmişin ve geleceğin entelektüel zihinler tarafından aydınlatılmasından geçer. Bu itibarla çocuklarımızın dört cihetinde (sağında, solunda, önünde, arkasında) mevzilenmiş abur cubur duyguların, düşüncelerin ve arkadaşların şahsiyet üzerindeki nüfuzu; ancak aile, okul ve entelektüel zihinlerce azaltılabilecek bir nüfuzdur.
Çocuklar sınırsız varlıklar olduğu için özellikle ergenlik dönemi fırsatların ve imtihanların kesif geçtiği bir dönemdir. Sınırsızlık ve sabırsızlık, abur cubur duyguların önünde beklemeden içeri girdiği alanlardır. Bu iki alan, insana doğuştan yüklenen fıtri bir durumdur. Eğitim, bu iki alana kapılar inşa etme sürecidir. Geçmişe müracaat ederek gelecek hakkında bir tasavvur inşa etmeye taliptir eğitim.
Nisan 1917. Berlin’deki gara bir tren yanaşır. İçinden 14-16 yaşlarında 314 çocuk iner şaşkın ve meraklı bakışlarla. Almanya’ya zirai alanlarda çırak olarak çalışmaya gelen bu çocuklar, Osmanlı’nın yetim çocukları idi. Darü’leytamlarda her geçen gün sayısı artan 1. Dünya Savaşı sırasında şehit düşen vatan evlatlarının çocukları idi onlar.
( Madenlerde ve zirai alanlarda çalıştırılmak için Almanya’ya gönderilen, Avrupai pelerinler ve kepler giydirilmiş 14-16 yaş arasındaki yetimlerimiz… 06.05.1917 )
Osmanlı Devleti’nin dar’üleytamlara iaşe vermekte zorlandığı bir dönemde yetim çocukların Almanya’ya gönderilmesi bir çare olarak ortaya atılmıştı. Fakat bazı şeyler istenildiği gibi gitmemişti. Zirai alanlarda çalışan Alman ustaların değil daha çok madenlerde çalışan Alman ustaların yanına verilmişti Osmanlı’nın yetim çocukları. Madenlerdeki şartların ağırlığı, çocukların hastalanıp ölmesine neden oluyordu. Yemeklerdeki kültürel farklılık, çocukların en çok zorlandığı konuların başında geliyordu. Domuz etinin ucuzluğu nedeni ile Alman ustaların sık tükettiği domuz çorbalarına Osmanlı’nın kara bahtlı yetimleri el sürmüyordu. Ekmekle karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Tuvaletlerde taharet musluğunun olmaması da çocukları zorlayan bir diğer faktördü. Şartların ağırlığı, yetersiz beslenme, kıyafetlerin kifayetsiz olması gibi nedenlerden dolayı birçok çocuk hastalanıp ölüyordu.
Fırsatını bulanlar, kaçıp Berlin sokaklarında başıboş dolaşıyorlardı. Fakat Alman polisi çocukları yakalayıp tekraren Alman ustalara teslim ediyorlardı. Bunun bu şekilde yürümeyeceği anlaşılınca bir kısım çocuk, trenlerle İstanbul’a geri yollanmıştı.
Gurbet ellerde anasız, babasız ve vatansız bırakılmış bu çocuklar bu topraklarda yaşanmış ya da yaşatılmış bir travmadır. Geçmişe dönüp bakıldığında bu tür acı hikâyeler, çocuklarımızın sınırsızlığının ve sabırsızlığının ortadan kaldırılması için müracaat edilmesi gereken alanlardır. Bu acı hikâyelerden dersler alarak gelecek tasavvurunu inşaa etmekte fayda olduğuna inanıyoruz. Böylece önünü, arkasını, sağını, solunu, aşağısını ve yukarısını bilen şahsiyetler yetiştirmek üzere yola çıkmış oluruz.
Yaşadığımız şu günlerde adeta cihetsiz bırakılmış varlıklara döndük. Günlük cihetler ve günlük hevesler bizi ele geçirmiş gibi adeta. Çabuk vazgeçen, çabuk sıkılan, istekleri çelişkili, kendini değiştirmeyi değil ama etrafını ve eşyasını değiştirmeyi ilke edinen insanlar bizi etkiler konuma geldi. Hâlbuki yapmamız gereken çocuklarımızla birlikte sabırla hakikatin mevziisinde durmaktır. Tıpkı Çanakkale’de mevziisinde sabırla duran kahramanlar gibi…
Kendimizi anlatmayı bırakmanın zamanı gelmedi mi? Kendimizi dinlemek mi? Ya kendimizin içi kocaman bir nefisle dolmuş ise dinleyebilecek miyiz hala kendimizi? O zaman da duyamayız ki hakikatin sesini. Susmalı insan. Dinlemeli gökleri… Zira artık görmeli Nisan 1917’de Berlin’deki tren garına inen 314 yetim çocuğun gözlerindeki şaşkınlığı ve ürkekliği.